İçimizi burkan , yüreğimize gam düşüren bir gelecek bizi bekliyor . Yok olmaya yüz tutmuş yaşantımız,Avrupa özentisi proğramlar sayesinde her geçen gün tükeniyor ; yerini bize hiç ait bir yaşantıya bırakıyor.
Hemen hemen hepimizin unuttuğu, hatırlayanlarımızın ise anılarında kalmış bir hayal parçacığı gibi güzel mahallelerimiz vardı bizim eskiden..Sıcak dostlukların kırk yıllık hatırlarıyla kahve telvelerinden içimize doğru filizlenip kalplerimize yerleştiği ,kendimizi güvende hissettiğimiz mahallelerimiz vardı. Şimdi bu güzel mahallelerimizin yerini insanların bir birini hiç tanımadığı ,hatta tanıdıklarıyla bile yabancılaştığı ve korktuğu sanal ortamlarda bulmaya çalışıyoruz o sıcacık evlerimizi. Oysa eski samimiyet bu sanal ortamda yüreğimizi,soframızı terk edip, ellerimizin arasından yitip gitti.
Komşuya çocuk emanet edilip,gözler arkada kalmadan işe gidildiği günlerden geliyoruz biz. Şimdilerde çocukların kapı önüne çıkartılmadığı günlerde samimiyet arıyoruz,komşuluk bitti diye serzenişte bulunuyoruz.
Tek katlı, küçük bahçesi olan evlerde büyüyen bizler şimdi kocaman kocaman sitelerde, 24 saat kameralı güvenliğimiz,otoparklarımız,dev alışveriş merkezlerimiz ve aşılmaz yalnızlığımızla oturuyoruz.Yerden ısıtmalı taş binalar doldurmuyor hayatlarımızdaki boşluğu, akşama müsaitseniz babamlar size gelecek diyerek kapımızı vuran çocuklar artık bahçe kapımızdan içeriye koşarak girmiyor… Şehir dışındaki sitelere taşınmanın adı ‘şehrin kalabalığından uzaklaşmak’ diye sunuluyor ama uzaklaşmaya çalıştığımız o kalabalıklar aslında dostluklarımız da değil mi?
Herkesin kocaman yalnızlıklar yaşadığı şehirlerde kendi gölgemizden mi kaçıyoruz artık
Gündelik temizlikçilerimizle,bakıcılarımızla,market elemanlarıyla,hizmetçilerimizle oturuyoruz büyük binalarda.Çocuklarımızı bu binalarda büyütüyoruz.
Serap Duygulu’nun bir makalesinden alıntıyla konuyu noktalıyorum ve alıntı yaptığım kısmın altına imzamı atıyorum …
“Bir ağaca tırmanmanın ne demek olduğu bilmeyen,toprakla,çamurla,suyla oynamamış,çimlerin üzerinde yuvarlanmamış steril çocuklarımız var.Onlar hamuru özel paketlenmiş oyun hamuru olarak biliyorlar sadece. Sözüm ona parmak kaslarının ve hayal dünyasının gelişmesini bu hamurlardan bekliyoruz.’Koşma yavrum, dokunma çocuğum,yapma evladım’ komutlarıyla robot gibi büyütmeye çalıştığımız çocuklarımız bir bakıyoruz ki garip garip davranıyorlar.Doktor doktor geziyoruz ya da psikologlara taşınmaya başlıyoruz.Her şeyi ama her şeyi onlar için yapıyoruz,hiçbir eksikleri yok,bu çocukların nesi var diye kara kara düşünüyoruz.Soru baştan yanlış zaten,nesi var değil,nesi yok bu çocukların?
Arkadaşları yok,komşu teyzeleri ya da amcaları yok,ablaları ağabeyleri yok,enerjilerini akıtacakları sokaklar, yakan toplar,saklambaçlar,sek sekler yok.Kör ebeler yok,misketler yok.
Peki bizim elimizde ne var? Hiperaktif,dikkat eksikliği yaşayan,uyum ve davranış bozukluğu teşhisiyle hastane hastane gezdiğimiz çocuklarımız var.Çocuk olduğunu bile bilmeyen çocuklar,onların çocukluklarını yaşamalarına izin vermeyen anne babalar var.
Rüzgar esse zatürree olan,ateşler içinde yanan sevgili çocuklarımız var.
Bizim mahallelerimize ne oldu,sobalarla ısındığımız,patates közlediğimiz,kestane pişirdiğimiz evlerimizi ne yaptık? Yıktık,yok ettik,modern(!) binalar yaptık.”
Yok ettiklerimiz sadece eski evlerimiz değildi. Geçmişimizi,çocukluğumuzu,dostlarımızı,paylaşmayı,sevgiyi,saygıyı,hoş görüyü de yok ettik.
Şimdi sosyal ağlarda sanal arkadaşlıklar kuran, onlarla görüşen,dertleşen çocuklarımıza söyleyecek sözümüz yok.
Yok ettiklerimizin yerine ne koyduk ki onlara sitem edelim?